Bilinç ne denli önemli. Gece!

Esrarı Miad


 








Şöhreti şan için mi ismim Ahmet

Sırtımda bir yeşil, bir kırmızı, bir siyah haslet

İlmi Ledun’a duvar ördüler

Korkuyla uyan Ahmet!

Arif değilim karışmam söze, suskun

Kırk dört yıl sonra rengimi bildiler.

 

Dağlar bilirim, gezdim, yanan ağaç uzak zan,

Dedem Çelebi; Altı bin altı yüz altmış altı ayet, sus!

Ne gezdim, ne duydum imla, kaldım

Demirden yatağan, kordan suret!

 

Bir seyyid, bir şerif, ilmi mi bildim

Yüzüm kaldı bir geçit, zor

Ey Kemal, yetkin kimdir; Ahmet

Karışmam söze, cihan dolaşır, endaze

Kırk eren mi, bir yeşil, bir kırmızı, bir siyah

Bir Kemal, bir Ahmet gördüler.

 

27.09.2025

Uzak Ada Satoshi

 










Giz neydi Arkhe. 

Hangi kayıtta çıkar adım yeniydi us, eskil samuray. Yayı yere koyma! 

Saçları uzadı saçları arkadan toplu 

saçları faşist içimden gelmeli mi devrim 

ya da Karlofça. Buydu gerilememe neden. 

Hangi zamandı bu diye sorar, aklında bir devlet. 

Havet kalmadı, zaten yoktu yerleşkesiz bir Yahuda. 

Ya da bir cumartesi günü tetiği ona vardıkça. 

Fark etmedim bunları yitik bir kelimeyi. 

Bilseydim Ebced, bilseydin bana kıyışını 

uzak bir Yahudi gibi sürgün. 

Güllap, güllap diye bağıran bir deli tüccar 

olsam yeni, tüccar olsam harabi 

eşitlik, özgürlük, kardeşlik nagasaki, hiroşima. 

Bilinmez kente girdiğim tufengi benden mi alır çiftçi. 

Dalgınsam bir kelime vardır, liman sessiz dingin sahra!

İktidar


 

Durup durup aklımdaki hukuka sarılıyorum, incir, yarpuz, karamela. Gam yedikten sonra kapıldığım bir şeye mi dönüştü bunlar emin değilim.

Sosun adını gene unuttum, makarnaya çok güzel bir gusto katmıştı oysa, acı, ekşi ama içimi çok asitli olmayan Yunan şarabıyla da etkili olmuştu şüphesiz. Zeytin, zakkum ve soğuk soğuk akan dere yatağında dolaştım bir ara, gevezelik ettiğimi sandım, evet ama bunlardan ona bahsetmedim. Pasaportumda geçen ilk yer oldu şüphesiz, odayı bir türlü soğutmayı becerdiğini zanneden klima.

Bazen kamunun içinden vardığım yere de sarılıyorum, çevremi saran tuhaf gençlerde oluyor sokakta işte ve işte böyleyken böyle, gençken ne kadar tuhaf olduğumuzu unutuyorum ya da. Ece Ayhan’ın ne kadar tuhaf olduğunu ya da. Yort Savul diye bir kelimeyi fi tarihinden çıkarıp, bizim aklımıza da yatkın hale getiren tuhaf adam. En çok sevdiğim bu Temmuz sıcaklarına da artık katlanamıyorum, günden güne azalan ağaçların serinliği kalmadığı için, tuhaf gençliklere, tuhaf şairlere de katlanamıyorum, ne demişti şair ve fakat Temmuz sokağında işler kesat!

Şaraba gittikçe alışıyorum, ekşi ama yaz sıcağında dört kadeh içiyorum, yaz sıcağında çarpmasını bekliyorum oysa, aramın şarapla iyi olmadığını biliyorum, rakı, ama kırmızı şarap gerçekten iyi geliyor, sirke kokusuna bile katlanamayan ben belki de başka bir hukuk oluşturuyorum artık, karpuz, karamela, yarpuz diye kendi kendime söyleniyorum. Waterloo savaşıyla ne ilgim var ki!

Tekrar sosun adını hatırlamalıyım, yoksa kesin gene kaybedeceğim in vino veritas. Bozcaada’nın rüzgarları tekinsiz olur diye bir dize düşüyor usuma. Çoğunlukla Cevat Çapan’la gezmek istiyorum Bozcaada’yı, onun buraya gittiğine eminim, ne güzel zamanlardı. Ya da katlanıp katlanamayacağıma emin değilim ama Oruç Aruoba’da olabilir. Sonra bunların ne kadar yersiz olduğu aklıma takılıyor. Bir iktidar savaşımına dönüşüyor bazen her şey, gene yenilgi almış biri olarak çıkıyorum bu savaşımdan, benim olmayan bu savaştan.

Onca yıl baş ucu yaptığım kitaplardan bir tek Anday kalıyor, Anday’ın Sümerlere Yunan’a ulaşan şiirleri, Utnapiştim’le yola çıkmayı kesin göze alamazdım, söylencelerle aramın iyi olmadığını biliyorum, kararımın üzerinden geçerken, akşam ilerliyor, kedi hâlâ yerinde herhangi bir Waterloo savaşına girmemiş, girdiği savaşım çok eski, yükseklerin zorluğunu bir tek o biliyor.

Katlanmakla katlanmamak arasında değildir Dünya, buna eminim, yasemin kokusuna daha çok sarılıyorum, göğsünde yasemin kokusu ve karamela!

Mânâ, gel gör neyledi!

 



doğrusu seni toprağı eller gibi sevdim yaralarımı onduranımsın yatağımı hiç boş bırakmayan… Issız çimenlere sessizce bakan ben, anlam arar dururdum, ey oğul; kim bilebilirdi ki yalnız ve yalnız inancın çetesine kapılıp dururdum, kaç keredir sürgüne bakar dururdum? Oylumu bükülmüş bir dünya, emir almayı unutan bir subay, ol Türkü söyleyen bir nesteren, hiçbiri bilinmez ve öyle baka kalırdım. Neyse ki bütün sorunları kendiliğinden aşan tepeleme bir gerçek sarılırdı yakama kalır dururdum.

Kim beyliğini kabul ettirdi ki, kim inancın dışına çıktı ki, hep sürgün anlam, yaralı duran bir anlam, kayıp bir kentin içinden çıka geleceğini sanırdık yeniden, yeniden inancın … bir baktık ki her şey denen neyse unutulmuş, buna belki de masal demeliydik. Doğruyu arar dururduk, doğru mu, bunları dilime kim anlattı. Yaralarım geçti artık, bir gençlik hevesiymiş bize sunulan, istenilen, verilmeyen, o dokunaklı şarkı kendiliğinden vardı varacağı yere, neydi bilinmez neye göreydi, hangi sınırdan, hangi sınıra doğru seyretti bilinmez.

Sürgün olmanın da bir hevesi olduğunu varsayıyorum, uzatılan bir sürgündür yaşamak, hüküm verdim gene, anlam. Beni şımartan gökyüzü bile oldu mu, olduysa bir mülga, olduysa bir kayıp, ol kente olduysa varış, kim bilir neler için göğe bakar dururdum.

Kimlere sorardık ki, kimlerden olduğumuzu, feracesi kayıp insan, hangi anlamın kıyısında dolaşır durur bilinmez, kimseye bir hikaye anlatabildin mi? Kimdi seni bağışlayan söylence, olsan olsan bu olurdun, kendine dair krallık peşinde koşan insan oğlu.

Beklerdi kimi Ayasofya kenarında o ıssız meleği, aptalca bekler dururdu,  bekler dururdu ki; kendine ait olduğunu sansın savaşın ve yargının, hâlâ böyledir bun gerçeğin yıkıntısı.

Anlamı bildiğini sanan var mıydı ki bilesin mânâ, kapılıp gittiğini unuturdum her şeyin bir yere, kuşlardan haber olduğunu düşünen sen imparator, bir ülke yok oldu! Geceleyin bildiğini sanırken, yalnız o sese güvendim imdi, ıssız çimenler!

Bak; Sabah şairin üstüne saldırıyor.


Gün doğumu, gün batımı: Depdeli?

 

Geçen gün arkadaşımla oturuyorum, söz döndü dolaştı kitaplara geldi ve yeni aldığı iki kitaptan bahsetti, ben de İkiz Divan’ı aldım dedim yeni kitap... Enis Batur kitaplarını çok okuduğumu bildiği için neden tanışmıyorsun, adamın bütün kitapları var handiyse sen de dedi, ben de niye tanışayım dedim, o kadar da önemli mi bir şairle yazarla tanışmak.

Aynı şekilde Hilmi Yavuz’unda bütün kitapları var, şiir kitapları, birkaç araştırma, deneme... Onunla da tanışmak aklıma gelmiyor, yazdıklarını takip ediyorum veya Şavkar Altınel onunla da tanışmak bana göre mi? Gençken henüz bu yaşa gelmeden şairlerin yaşantısından da mı bir şeyler öğrenmek aklımdan geçerdi, isterdim tanışmayı mesela Salih Bolat’la vefatına kadar görüştük, o  Hacettepe’de öğretim üyesiydi, yer yer ağabeylik yaptı, yer yer eleştirmenlik. Artık bir yer de karşılaşırsam tanışırım diye aklıma geliyor; şairler, yazarlar veya fotoğrafla ilgilenen ustalarımızla.

Bu tanışma işi, sosyal ağlar ortaya çıktıktan sonra daha da kolaylaştı, yaşantımdan ne beklediğime emin değilim ama kitaplarla dergilerle tanışmak çok daha iyiymiş. Aylarca dergide şiir beklemek belki. Zor tabiatıyla yazının bunda da sabır göstermek. Dergilerde son yetişen bir nesil olduğum için biliyorum. Enver Ercan dışında da yayımlama konusunda ileti nadiren gelirdi, bu da artık bugün önemli değil. Şiirin herhangi bir yeri varsa salt ulaşır o varacağı yere.

Bir kartvizit olsun diye kendime iki bin sekiz yılında bir blog açtım, bu blogda kim olduğuma dair mi arada bir şeyler paylaşıyorum, öyle ilgi çekici, gösterişli bir internet sitesi değil veri sağlayıcısı Google olan bir site. Hâlâ da bazen kalsın belki okuyanı olur diye e-kitaplarımı ve yazılarımı da aktarıyorum bu bloğa şart mı?

Çoğun bir şeyler yazdığımı düşünüyorlar, oysa ben yazısız biriyim belki de bu baş ağrılarımın nedeni, yazısız olmamdan kaynaklı, evimden işime doğru yalnız gün doğumu ve gün batımına değin olan bir süreci takip edebiliyorum yazın hakkında. Eskisi kadar içinde değilim bu yazılan neyse, hangi yazmandan bulaştıysa bu baş ağrısı, bence devlet sorumlu, ödevler sorumlu. Gün doğumunu ve gün batımını takip etmek zaten yeterince zor.

Gecenin bir dili var gecenin diline de pek bulaşmadım, gecenin diline bulaşan zaten iflah olmaz, buna da belki kara yazı demek doğrudur, pusulamızı güne ve alacakaranlığa kadar ulaşan bir zamana ayarlamak mı gerekir, yoksa depdeli Futüristler gibi parlayıp duran gece ışıklarında mı kendimi bulmalıyım, deli pusula mı edinmeliyim kendime, bir masalın hikayesine varıp, bak beni de özgürlüğümü de yakalayamadınız mı demeliyim, modern zamanların başlangıcını yoksa mitolojide mi aramalıyım, ya da bana verilen kadarım, bir köylü, çokça kasabalı bir çiftçinin torunu, bir işçinin oğlu, epey hakkı yenmiş, ülkesinde kimseye bulaşmadan yaşayıp gitti, bir desteği de yoktu, ardında birkaç fotoğraf birkaç unutulan şiir!