Bilinç ne denli önemli. Gece!

UYUŞMA


Orta Doğu’nun ruhuna…
Bu ağır ve derin ay                                                                                   

Akrebin kuyruğunu elindeki yatağanla kesti, akrep geriye kıvrılmaya çalıştı, sonra birkaç adım attı. Ölüm kelimesi bir akrebe yakışmıyor, dedi, ondan beklenmeyecek bu cümle, bana şiirsel geldi, bunu fark etmiş olacak ki, gülümsedi, elindeki yatağanı kuma sürdü. Piramidin gölgesini işaret ederek, bak, buradan daha iyi görünüyor dedi, gün batışını sürdürürken, Nil ve piramitler buradan iyi görünüyor şüphesiz, Nil’in kenarından biraz içerilerde birkaç piramit…

          Benim emektar, Jeep’in yanına ilerledim, biraz su içmek için, onca gezdim, Akdeniz’in havzasında banamısın demedi bu Jeep. Sudan bir yudum aldıktan sonra, arkamı döndüğümde, akrep kıvranmasını kesmişti, yola devam edelim dedim…

         Nil’in kıyısına ilerledik, piramitlerden… Bir yerde durduk. Onca gezip geldiğim yollardan sonra, yorgunluk, ya da zehirli olan her şey unutulur mu, akrebin kıvranması..?

Durduğumuz yer, bir tepeden görünen piramitler,  ateş, toprak, sokak lambaları, parlayan farlar,  Rumi limanları, yalın istek, gittikçe derine, rüya… Yerli insanların çoğu, yollarını, patikalarını, börtü böceğini ezbere bilir. Hani içe işlemek diye bir deyim var ya, işte öyle! Ben artık buraya, burası, artık bana mı benziyor? Yalın, sıradan görünen bir yer. Fazla yaklaşanlar buraya, ya da toprağa, ya da buranın huyunu suyunu bilmeyenler kesin bir sayrıya bulaşırlar; kurtulmak oldukça zordur. Sayrıyla baş edemeyenlerin sonu bellidir. Burada anlayışlı olduğun kadar sert olmak, gerekir, Serin davranmak, değirmi ateşin çevresi…

Dikkat etmek... Ağaçların önünde bir kez daha düşünmek, suyun önünde bir kez daha... İnsanın içini rahatlatacak şehirlerde de, gürültü vardır, ancak bazen, gürültüyü çok daha dikkatli dinlemek gerekir. Canlı sesleri vardır kesin, ya içinde bir ateş yandığını söyleyenler ve onda, ateşte kaybolanlar. Kabusu vatanından ve inançlarından kopan görürmüş, çevremizdeki sınırlar, diye düşündüm birden, içimizdeki de yılların zehiri mi? Ağrı ve pusudan kurtulmaya çalışıyordum yıllardır belki, yılların eskitemediği şey, bunun bir kabus, inanç olmadığıydı.

Bilmek için geç kalabilir mi insan? İşte öyle anlardan birine kapıldığını hissetmek, oldukça saçma olsa gerek, sonuçta hissedebilmek için epey dengeli bir hafızaya sahip olmak gerekir, oysa, şu an da hafızadan çok birileri tarafından belleğimin bir kıyısında, evet kıyısında, sonuçta her insanın bir kıyısı vardır, orada, bulunan pek çok şeyi tekrar tekrar düşünerek, kendimi yola katmalıydım.

Bu topraklarda her şeyin mütevazi olması pek de haz edilen bir durum değil artık, mütevazilik galiba, Rumi limanlarının eskil bir söylencesi ya da eskiden kalan, o çıkmaz sokakları olan herkesin, düşünceli düşünceli bir beyin jimnastiği…

Kocaman Dünya’nın içerisinde kendini bunca gezmeye adayan biri için, bilemediğin bir ateşin içine burada düşmek sınırını iyi keşfedememekle ilgili olsa gerektir. Unuttuğum şey ise Dünya ile ilintili değil, azami hareketle yoluna devam etmek, işte bu haldir belki, ateşin içine atan beni, kör olmak ya da körlük nedeni mi? Şimdi daha iyi anlıyorum, sonuçta bu denli sıcak kanlı olmak, insanın huyunu değiştirebilir, bir çeşit yılların iyimserliğinden kalan körlük. Kendini saklayamamak diye isim koyarlardı bu son yaptığım işe belki madunlar, birşeyleri tanıyanlar, fevri davranmak, bu fevri davranışlarım beni uzun yollarda ayakta tutmuştur her zaman, ne olduğunu bilenler…

Ben ise şimdi şehrin içine doğru ilerlerken, belki de, yalnızca aracın benzinini sağlayan bu topraklarda, elimde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç piramit dışında, hangi kalıt adına savaşan insan yüzlerini gördüğümü düşünüyorum. Oysa onların yüzlerinde, ilkin bir derecesi bile anlaşılamayan olaylar olduğunu, bir azimle karışık kandan, bir kıpkırmızı olmuş suretlerle karşılaşılabileceğini söylemeliydi şu mevsim, şu yanımda oturan Hıristıyan arabı Lilith. Lilith’in yüzünde de bir şey görmüştüm, araçtan aldığı yatağanla akrebi öldürürken.

Lilith, aslında buralarda alışılmış bir toplumu temsil etmiyordu, daha çok kendine ait fikri olan biri gibiydi, tavırları yaklaşımı. Hani bizi hep Orta Doğu toplumlarına yakın görürler, ancak içlerinde taşıdıklarıyla bu topraklara özgü olmayan insanlar vardır, onlardan biridir Lilith. Hep daha iyisi için uğraşmayı bir kenara çoktan bıraktığını söylemişti, bir keresinde akrebin gözleri olmadığını anladığımda ben artık neye inanacağımı şaşırdım demişti bir ara, Lilith. Ben ona, akrebin gözleri yok mu diye sordum? Bilmiyor muydun, akrebin gözleri yoktur, varsa bile seni, beni pek ilgilendirmez, ateşin ortasına neden düştüklerini sanıyorsun diye cevaplamıştı. Ben akrebin gözleri olmadığını anladığımda bu topraklardaki sınırları kimlerin çizdiğini bir kez daha anladım dedi, gözlerime dikkatlice bakarak. Lilith sahiden akrebin gözleri yok mu?

İnsanlar, bir yerlere gidiyorlar, nereye gidiyor onca kalabalık; ne yaptıkları anlaşılmıyor bu gürûhun. Koşturan, bir yerlere doğru ilerleyen, kentin ortalarına doğru ilerleyen kalabalık. Kim neyi isteyebilir, tek başına olmazsa bu kalabalıkta, kim nasıl mantıklı bir işin peşine katar kendini.

Gezilerimin birinde, bir tek yansıması kalacak onca sözlerden diyen biriyle karşılaşmıştım, mağarayı takip eden kişilerden, bir tek ışık kaldığını bildiğini söyleyen bir adam mı, gerçekten? Bu adamın bir filozoftan etkilendiğini sanmıştım önce. Bu ihtiyar adam, bana bak görüyor musun? Aslında bunların hepsi yankı değil yansıma demişti, duvardaki el izlerini gösterdiğinde. Bu insanlar yalnızca el izimi bırakacaklar tarihe, bu kalabalıktan geriye, hiç kimsenin görmediği, belki binlerce yıl sonra yalnızca… Birilerinin işaret edeceğine, tarih denecek belki. Haklı olabilirler her şey garibaldi rengine dönüşüyor sonuçta, o gözlerin olmadığı hâl, sonuçta, yalnızca, insanın vücuduna denk olur, belki. Renklerimiz ne kadar uyumsuz…

Lilith bu topraklar hep uyumsuz mu burada dediğimde, Türkçe bir kelime söyler gibi havet dedi, evet demeye mi çalışıyorsun Lilith dediğimde, havet dedi tekrar, garip olan şeyleri son zamanlarda pek fazla görüyordum, görebiliyor muyuz sahiden? Gördüğümü düşünüyordum. İşte bu kelimenin de öyle bir anlamı olmalı, otelin balkonundan gördüğüm, gördüğümü düşündüğüm, nereye gittiğini anlayamadığım bir topluluktan çok, kocaman bir havet diyen garip bir toplum gibiydi, ne Batı, ne Doğu, Orta Doğu’nun uyumu. Son kez dışarıya şöyle bir göz attım ve şüphesiz fazla bir şeye katılmak, az bir şeye eştir gibi, ne olduğunu tam anlayamadığım bir cümleyle kendimi yatağa attım, bu gürültü, insan iradesinin kendini öldürmesi, ne değişiyor, diye uykusuz bir zamana kendimi bıraktım. Uyku ile uyanıklık arasında, az önce Nil’i ve ayı gördüğüm balkon ve o kalabalık insanlar, bu ağır ve derin ay, insanların aktığı, sayıların anlayamadığı şarkı, Ben ise cesaretle aptallığı karıştıran tanığım burada, sığınamadığım metruk liman, peki karayı nasıl öğrendim Ben. Biliyor gibiyim karayı nasıl bulduğumu, bana ne oradan, uzaklardan veya deltaya ulaşmaya çalışan şu insan topluluğundan, içimizde de bir nehir yok zaten, anlam mı kalan, manzara mı sessiz? İkisi de yok. Umut yoktur, yüzündeki sfenkse sahip çık. Yazgım ölü, anlam zar!