Orta
Doğu’nun ruhuna…
Bu ağır ve derin ay
Akrebin kuyruğunu elindeki
yatağanla kesti, akrep geriye kıvrılmaya çalıştı, sonra birkaç adım attı. Ölüm
kelimesi bir akrebe yakışmıyor, dedi, ondan beklenmeyecek bu cümle, bana
şiirsel geldi, bunu fark etmiş olacak ki, gülümsedi, elindeki yatağanı kuma
sürdü. Piramidin gölgesini işaret ederek, bak, buradan daha iyi görünüyor dedi,
gün batışını sürdürürken, Nil ve piramitler buradan iyi görünüyor şüphesiz,
Nil’in kenarından biraz içerilerde birkaç piramit…
Benim emektar, Jeep’in yanına ilerledim, biraz su içmek için, onca gezdim, Akdeniz’in havzasında banamısın demedi bu Jeep. Sudan bir yudum aldıktan sonra, arkamı döndüğümde, akrep kıvranmasını kesmişti, yola devam edelim dedim…
Nil’in kıyısına ilerledik, piramitlerden… Bir yerde durduk. Onca gezip geldiğim yollardan sonra, yorgunluk, ya da zehirli olan her şey unutulur mu, akrebin kıvranması..?
Durduğumuz yer, bir tepeden
görünen piramitler, ateş, toprak, sokak
lambaları, parlayan farlar, Rumi limanları,
yalın istek, gittikçe derine, rüya… Yerli insanların çoğu, yollarını,
patikalarını, börtü böceğini ezbere bilir. Hani içe işlemek diye bir deyim var
ya, işte öyle! Ben artık buraya, burası, artık bana mı benziyor? Yalın, sıradan
görünen bir yer. Fazla yaklaşanlar buraya, ya da toprağa, ya da buranın huyunu
suyunu bilmeyenler kesin bir sayrıya bulaşırlar; kurtulmak oldukça zordur.
Sayrıyla baş edemeyenlerin sonu bellidir. Burada anlayışlı olduğun kadar sert
olmak, gerekir, Serin davranmak, değirmi ateşin çevresi…
Dikkat etmek... Ağaçların önünde
bir kez daha düşünmek, suyun önünde bir kez daha... İnsanın içini rahatlatacak
şehirlerde de, gürültü vardır, ancak bazen, gürültüyü çok daha dikkatli
dinlemek gerekir. Canlı sesleri vardır kesin, ya içinde bir ateş yandığını
söyleyenler ve onda, ateşte kaybolanlar. Kabusu vatanından ve inançlarından
kopan görürmüş, çevremizdeki sınırlar, diye düşündüm birden, içimizdeki de
yılların zehiri mi? Ağrı ve pusudan kurtulmaya çalışıyordum yıllardır belki,
yılların eskitemediği şey, bunun bir kabus, inanç olmadığıydı.
Bilmek için geç kalabilir mi
insan? İşte öyle anlardan birine kapıldığını hissetmek, oldukça saçma olsa
gerek, sonuçta hissedebilmek için epey dengeli bir hafızaya sahip olmak gerekir,
oysa, şu an da hafızadan çok birileri tarafından belleğimin bir kıyısında, evet
kıyısında, sonuçta her insanın bir kıyısı vardır, orada, bulunan pek çok şeyi
tekrar tekrar düşünerek, kendimi yola katmalıydım.
Bu topraklarda her şeyin
mütevazi olması pek de haz edilen bir durum değil artık, mütevazilik galiba,
Rumi limanlarının eskil bir söylencesi ya da eskiden kalan, o çıkmaz sokakları
olan herkesin, düşünceli düşünceli bir beyin jimnastiği…
Kocaman Dünya’nın içerisinde
kendini bunca gezmeye adayan biri için, bilemediğin bir ateşin içine burada
düşmek sınırını iyi keşfedememekle ilgili olsa gerektir. Unuttuğum şey ise
Dünya ile ilintili değil, azami hareketle yoluna devam etmek, işte bu haldir
belki, ateşin içine atan beni, kör olmak ya da körlük nedeni mi? Şimdi daha iyi
anlıyorum, sonuçta bu denli sıcak kanlı olmak, insanın huyunu değiştirebilir,
bir çeşit yılların iyimserliğinden kalan körlük. Kendini saklayamamak diye isim
koyarlardı bu son yaptığım işe belki madunlar, birşeyleri tanıyanlar, fevri davranmak,
bu fevri davranışlarım beni uzun yollarda ayakta tutmuştur her zaman, ne
olduğunu bilenler…
Ben ise şimdi şehrin içine
doğru ilerlerken, belki de, yalnızca aracın benzinini sağlayan bu topraklarda,
elimde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç piramit dışında, hangi kalıt adına
savaşan insan yüzlerini gördüğümü düşünüyorum. Oysa onların yüzlerinde, ilkin
bir derecesi bile anlaşılamayan olaylar olduğunu, bir azimle karışık kandan, bir
kıpkırmızı olmuş suretlerle karşılaşılabileceğini söylemeliydi şu mevsim, şu
yanımda oturan Hıristıyan arabı Lilith. Lilith’in yüzünde de bir şey görmüştüm,
araçtan aldığı yatağanla akrebi öldürürken.
Lilith, aslında buralarda
alışılmış bir toplumu temsil etmiyordu, daha çok kendine ait fikri olan biri
gibiydi, tavırları yaklaşımı. Hani bizi hep Orta Doğu toplumlarına yakın
görürler, ancak içlerinde taşıdıklarıyla bu topraklara özgü olmayan insanlar
vardır, onlardan biridir Lilith. Hep daha iyisi için uğraşmayı bir kenara
çoktan bıraktığını söylemişti, bir keresinde akrebin gözleri olmadığını
anladığımda ben artık neye inanacağımı şaşırdım demişti bir ara, Lilith. Ben
ona, akrebin gözleri yok mu diye sordum? Bilmiyor muydun, akrebin gözleri
yoktur, varsa bile seni, beni pek ilgilendirmez, ateşin ortasına neden düştüklerini
sanıyorsun diye cevaplamıştı. Ben akrebin gözleri olmadığını anladığımda bu
topraklardaki sınırları kimlerin çizdiğini bir kez daha anladım dedi, gözlerime
dikkatlice bakarak. Lilith sahiden akrebin gözleri yok mu?
İnsanlar, bir yerlere
gidiyorlar, nereye gidiyor onca kalabalık; ne yaptıkları anlaşılmıyor bu gürûhun.
Koşturan, bir yerlere doğru ilerleyen, kentin ortalarına doğru ilerleyen
kalabalık. Kim neyi isteyebilir, tek başına olmazsa bu kalabalıkta, kim nasıl
mantıklı bir işin peşine katar kendini.
Gezilerimin birinde, bir tek yansıması
kalacak onca sözlerden diyen biriyle karşılaşmıştım, mağarayı takip eden
kişilerden, bir tek ışık kaldığını bildiğini söyleyen bir adam mı, gerçekten? Bu
adamın bir filozoftan etkilendiğini sanmıştım önce. Bu ihtiyar adam, bana bak
görüyor musun? Aslında bunların hepsi yankı değil yansıma demişti, duvardaki el
izlerini gösterdiğinde. Bu insanlar yalnızca el izimi bırakacaklar tarihe, bu
kalabalıktan geriye, hiç kimsenin görmediği, belki binlerce yıl sonra yalnızca…
Birilerinin işaret edeceğine, tarih denecek belki. Haklı olabilirler her şey
garibaldi rengine dönüşüyor sonuçta, o gözlerin olmadığı hâl, sonuçta,
yalnızca, insanın vücuduna denk olur, belki. Renklerimiz ne kadar uyumsuz…
Lilith bu topraklar hep
uyumsuz mu burada dediğimde, Türkçe bir kelime söyler gibi havet dedi, evet
demeye mi çalışıyorsun Lilith dediğimde, havet dedi tekrar, garip olan şeyleri
son zamanlarda pek fazla görüyordum, görebiliyor muyuz sahiden? Gördüğümü
düşünüyordum. İşte bu kelimenin de öyle bir anlamı olmalı, otelin balkonundan
gördüğüm, gördüğümü düşündüğüm, nereye gittiğini anlayamadığım bir topluluktan
çok, kocaman bir havet diyen garip bir toplum gibiydi, ne Batı, ne Doğu, Orta Doğu’nun
uyumu. Son kez dışarıya şöyle bir göz attım ve şüphesiz fazla bir şeye
katılmak, az bir şeye eştir gibi, ne olduğunu tam anlayamadığım bir cümleyle
kendimi yatağa attım, bu gürültü, insan iradesinin kendini öldürmesi, ne
değişiyor, diye uykusuz bir zamana kendimi bıraktım. Uyku ile uyanıklık
arasında, az önce Nil’i ve ayı gördüğüm balkon ve o kalabalık insanlar, bu ağır
ve derin ay, insanların aktığı, sayıların anlayamadığı şarkı, Ben ise cesaretle
aptallığı karıştıran tanığım burada, sığınamadığım metruk liman, peki karayı
nasıl öğrendim Ben. Biliyor gibiyim karayı nasıl bulduğumu, bana ne oradan,
uzaklardan veya deltaya ulaşmaya çalışan şu insan topluluğundan, içimizde de
bir nehir yok zaten, anlam mı kalan, manzara mı sessiz? İkisi de yok. Umut
yoktur, yüzündeki sfenkse sahip çık. Yazgım ölü, anlam zar!