![]() |
Ben ve Mehmet Hameş |
Şiir masumiyettir
Masumiyet öldürüldükçe
cellâtlar iktidar olacaktır
Şiirin bir
kurgu olmadığını bir kez daha anladığımız şiirler, kavramların dünyasından,
işlevlerin dünyasına geçiş, pek çok şeyin ortasından seslenebilen oylumlu
şiirler, örneğin, taşrada kaybolan bir zaman birden, modern kentin zamanlarında
karşımıza çıkabilir, günümüzde bunu yapabilen pek az şair var, işte Mehmet
Hameş’te onlardan biri. Pek çok şairimizde, yalnız kenti görürüz veya yalnız
bir taşrayı, iddialı bir söz ancak, ben Mehmet Hameş’in şiirlerinde, taşradan
kente uzanan bir metnin şiire dönüşmesini görüyorum, bu veriler Kayıp Alfabe
dosyasında kendini daha çok belli ediyor, okuma fırsatım olduğu için kendisine
teşekkür ederim, bir kez daha buradan. İşte bu dosyadan hareketle, Sosyal
Bilimler’in alanına girebileceğimi, soruların net olabileceğini anladım. Onunla
yaptığımız bu söyleşi de bu bölgelerde gezdi, bir kuş bakışı değil,
perspektifin içinde, herşeyin merkezinde…
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Şiirleriniz
bu yaşantıyla çerçevelenmiş gibi, örneğin şiirlerinizin perspektifi, dikey
düzlemde –haliyle insanı yüceltirken-, yatay düzlemde yer alan –insanın
gelişimi, varoluşu-, belirli bir coğrafyadan mı hareket ediyor, Selçuklulardan,
Türkiye Cumhuriyeti’ne, oradan, geniş bir zaman dilimine geçiş, narrativ biçem, şiirlerinizde daha ağır
basıyor gibi…
Şiir, hayatı anlamlandırmada,
her zaman birinci öncelik oldu benim için. Hayatın ipuçlarını aradım
yazdıklarımla, insanın daha iyi bir hayat sürmesinin gerekliliğini, kimi
şiirlerimde kötü yaşantıları da göstererek vermeye çalıştım. Gerek kendi
hayatımdaki, gerekse çevremdeki serüvenler, kılavuz oldu bana; şiirin
derinliği, büyüsü çekti beni. Şiir, yaşadıklarımı, algıladıklarımı
dışlaştırmada büyük olanaklar sundu bana… Gelenekseli özümseyerek, onun
artılarını alıp eksilerini atarak bugüne taşımaya; geçmişin sanatsal
birikimini, bulunduğum coğrafyanın sanatsal kültürünü yaşayarak, algılayarak
oluşturmaya çalışıyorum şiirimi.
Ortaokul döneminde fıkra ve
şiirlerim asılırdı, okul panosuna. Hatta ilk şiirlerimden biri Denizlerin idamı
üzerineydi. Öğretmenime verdiğimde, “ Yavrum sen daha küçüksün, başka şeyler
yaz. Bunları büyüyünce yazarsın” demiş ve okulun panosuna asmayıp bana iade
etmişti. Lise döneminde şiir yoğunlaştı ve 1977’den itibaren edebiyat ve sanat
dergilerinde yayımlanmaya başladı. Bu durum uzun sürmedi, geçim derdi,
askerlik, sağlık…
Mehmet Hameş’in şiirleri
hikayeleyici –narrativ- belirli bir
coğrafyadan sesleniyor, yoksa her şiirin ayrı bir hikayesi mi var, İç Bilinç
neresinde bu duruşun…
Yaşadığım topraklar halklar mozaiğidir: Yaban bir
doğa, haşin harita; yaraların çakal ulumalarıyla kanatıldığı coğrafya… Bu
durum, sesime çok renklilik katmış ve içinde bulunduğumuz hayatın gerçeklerini
bana rahat yansıtma olanağı sunmuş olabilir diye düşünüyorum… Pekmezin
kaynadığı, dalların söndüğü, başağın
ambarlara dolduğu günlerde doğurmuş beni anam. Yoksulluk nedeniyle ilaç
alamadıkları, beni doktora götüremedikleri için umudu kesmişler, ölümümü
beklemişler uzun süre… Okul giysilerim solgun, eprimiş olduğundan ezik ve
utangaç bir çocuktum. Kalemi terlemiş öğrenciydim ama gözlüksüz bir miyoptum.
Bazen öğretmenim sınavlarda beni unutup ön sıraya oturtmadığında, tahtadaki
soruları göremediğim için boş kâğıt verirdim ve
dumura uğrardı düşlerim: kirpiklerim teneffüs zilini ıslatırdı, tembeller
sınıfında kalırdım o yıl. İşte bu iç bilinçle, kalemimin her ayaklanışında, parmaklarımdan yanmaya başlar
belleğim ve sorgularım o günleri, geleceği…
Bu gelişen bir süreç, haliyle bu süreç içerisinde,
zincirin halkasında yolda -az önce çevremdeki serüvenler dediniz,- sizi başka
neler etkiledi, ne denli etkiledi. Şairlerimizin büyük bir bölümü, 12 Eylül
yıllarında, 12 Eylül’den sonra şiirin değişim halinin yaşandığını, şiirin
insandan kopuş süreci olduğunu söylerler…
Evet, şiirim sadece kendi
yaşamımla sınırlı değildir elbette. Ötekinin serüvenleridir asıl belirleyici
olan. Çocukluğumun geçtiği, yoksulluğun
kol gezdiği, sıtmanın kırıp geçirdiği Asi Nehri kıyıları, Amanoslar, Akdeniz’in
en doğusu ve Suriye sınırı… Hayatımın büyük bölümünün geçtiği Adana: Bir yanda
gökdelenler, devasa çarşılar, köşkler, konaklar, çiftlikler; öte yanda gece
kondular, ırgat çadırları ve işçi mahalleleri…
Gerek ülkemdeki gerekse dünyadaki adaletsizlik, insanın insan tarafından
yok edilişi, sömürülmesi, kırıma uğratılması… Yaşama bakışımı, duruşumu
belirleyen işte bu öğeler oldu.
Evet, 12 Eylül’ün izleri hâlâ
atılamamıştır, karanlık ve kanlı eylül, maalesef hayatımızda süren zamandır. Bu
tümörleşmiş zamanı kökünden kazıyamazsak veya iyileştiremezsek hastalıklı durum
devam eder ve sığ şiirler yazılır. Ben gelecekten umutluyum, çünkü tüm bu
olumsuzluklara rağmen günümüzde has şiirler yazan, yaşamakta olduğumuz hayatı
yansıtan birçok şair bulunmaktadır.
Buradan şunu anlayabilir miyiz, şiiriniz
hep yaşamın içerisinde, bir takım sıkıntıları da, biraz romantiklerin söylediği
gibi sorarsam, düşle gerçek birbirinden kopsa da, bir ruhu, zamanın ruhunu
–geist- beraberinde getiren şiir yolculuğu, bir bütün aslında?
Şiir,
bize tıpatıp yaşamı sunmayabilir, kendi gerçekliğini üretir, tüm sanatlar gibi.
Fakat insanın özgürleşmesine, daha çok aydınlanması ve bilinçlenmesine ayna
tutar şiir. Alıcısına kalmıştır, aynada kendini ve diğerlerini görmek; onu
Güneş’e tutup ışık yaratmak… İntihar etmeyi düşünen bir genç için, yarını
aydınlık gösteren şiir umut olabilir. Şiirin gücü de burada yatmaktadır, asıl
gerçek yaşamdan daha etkili ve güzel bir gerçeklik sunmasında.
Peki şiiri bir an bir gerçeklik payından
çekelim, salt gerçeklik, tinin en özgün hali, ikisi birlikte mi nedir şiir
sizce?
Christopher
Caudwell, “ Şiir, insan aklının estetik faaliyetlerinin ilklerinden biridir”
der… Benim için şiir, yetim bir
yolculuğa çıkan çocuğun, yani benim, içimdeki ben’imi aramamdır. Düşleri
gerçeğe vurarak, yeni bir aşk, yeni bir hayat yaratma sevdamdır. Canımı, gülün
külüne bandırıp, ölümsüzlüğe yürüme bilincimdir. Ötekini buzda ve közde yürütüp
daha güzeli buldurma çabamdır şiir.
Ben şimdi, biraz daha birşeye yer
vereceğim, zamanın ruhu, gerçekliğin payı, iç bilinç her ne deniyorsa, düz
anlamında sormak gerekirse, şiirin ruhu nedir?
Aşkta
ve hayatta mutluluk yok. İnsanların yüz ifadelerinden de anlaşılır bu. Caddede,
sokakta veya farklı mekânlardan bakınız, insanların yüzünde hep acı var,
yüzleri yanıyor. Yüzler insanların aynası gibi, hemen yansıyor acılar aynalara…
Acıya, ayrılıklara, kırılmalara rağmen şiirlerimde hep umut vermeye çalıştım ve
çalışıyorum ben. Şiirin ruhu da bu olmalıdır diye düşünüyorum: en umutsuzlukta,
yine umut…
Demek ki şiirin de bir ruhu var, bu
sözcüğün, sözlükteki tam anlamıyla bir yalnızlığı getirmiyor mu ?
Yalnızlık Mehmet Hameş’tir zaten: Şiir yazdıkça
kurtuluyorum yalnızlıktan, çoğalıyorum…
Şiir bir
güvenli sığınak mı, yoksa onun ruhu insanı flenaure, ya da Maldoror’u götürdüğü
yere mi götürür?
Evet, ötekine bir şeyler sundukça kendimi daha güvende
hissediyorum. Fakat şunu da eklemeliyim: bir özne olarak yaşamı anlamlandırma
görevimi yapma huzuru veriyor bana. Şiir yazmadığımda, tek başıma ıssız bir
adadayım, sanki susuz…
Bir şiiri
nasıl oluşturursunuz, aklınıza, bir dize mi gelir, kimilerinin yaptığı gibi
sosyolojik, felsefi bir vargı mı yol açar, ya da başka bir deyişle, dosya
oluşsun diye mi ulaşmaya çalışırsınız şiire, az önce yanıtını aldım ama gene de
biraz daha açılması gereken bir soru?
Şiirin gelme zamanı ve mekânı yoktur bende… Evde,
işte, sokakta, yolculukta, hatta uyuyacağım sırada bile belli bir iç konuşma
olarak gelebiliyor. İçimdeki çocuk konuşuyor, ben yazıyorum. İlk yazdığım gibi
bırakmıyorum şiiri. Günlerce, aylarca, hatta yıllarca çalışıp bitiremediğim
şiirler oluyor. Hala bazı şiirlerim var ki, dört yıldır bitmedi… Kimi şiirler
çabuk sonuçlanıyor, kimileri ise direniyor. Öyleleri de var ki; bir iki
dizesini alıp gerisini atıyorum, bu aldığım dizeleri zulamda tutuyor, diğer
şiirlere can simidi yapıyorum. İstersem bir şiiri sonsuza kadar da
sürdürebilirim. Bunu yapmak istemiyorum tabi ki… Kendi tekrarına düşmek de var
işin içinde. Çıkacak olan kitabım aslında bölümleriyle tek şiirdir. Bütün
şairler tek bir şiir yazar, derler, çok yerinde bir düşünce.
Burada
dizelerinize yer vermeyeceğim, bölmeyeceğim, kesmeyeceğim, ancak şiir ne işe
yarar, özür dileyerek birazcık sizi kışkırtsam gene de?
Sahi şiir ne işe yarar?.. Her üretilen ürün gibi şiir
de insanın daha çok insan olmasına katkı sunar. Bireyin ve ötekinin duygu
dünyasında olanları biriktirip, birleştirip toplumsal bir özellik kazandırır.
Çünkü şair bir toplumu meydana getiren ve ötekini de kendinde barındıran bir
varlıktır. Yansıttıkları, her ne kadar da bireysel görülse de içinde tüm
insanları var eden birer olgudur. İlk aklıma gelenleri sıralayacak olursam: 1-
insanların duygu dünyalarında bağ kurar. 2- İnsanın yücelmesini ve
enginleşmesini sağlar. 3- İnsanın hayattaki duygu olgusuna sahip çıkmasına
yarar. 4- İnsanın kendisine, dolayısıyla ötekine yabancılaşmasını önler. 5-
İnsanın kötü yanlarının törpülenmesini ve güzellik elde etmesini sağlar. 6-
insanın insanı sevmesine ve güçlü kavramasına yarar.
Şiirlerinizdeki
imgelerin sorunsalı var mı peki, tinsel bir veri, göksel bir oluşum derler ya,
ya da gene nedir bu imgelem denen şey, sizin şiirinizde?
İmgesiz bir şiir düşünemiyorum. İmge yok denen şiirde
bile üstü kapalı imgelerin olduğunu görürsünüz. Çünkü şiirin bel kemiğidir
imge. Fakat yalnızca imgeden oluşan şiirin imge yığını olmaktan öteye gitmeyeceğini
söyleyebilirim. Bir şiirin oluşması için birden çok özelliğe sahip olması
gerekir. Örnekleyecek olursam: Bir insan sadece iskeletten oluşmaz. Diğer
özelliklere de ihtiyacı vardır, insan olması için. Sadece kemik topluluğuna
insan demeyip, iskelet diyorsak; imge topluluğuna da şiir diyemeyiz.
Ben
varsayalım, çirkinliğin tarihini yazıyorum, şiir çirkinliğin tarihidir diyorum,
-çirkin kızların tarihini örneğin- çoğalan bir şey yok diyorum, her şey
tükeniyor diyorum, imgelem yok, yaşamak yüzündeki sfenkse sahip çıkmak diyorum,
Murat Üstübal’ın dediği gibi belki sürekli, şakayla karışık I-pod’umu
parçalıyorum, şiirinizde diyorum, sizce neresinde bu sorduklarım şiirin…
Aşk
özgürlük ortamıdır ve anlaşılmak için değil yaşanmak içindir… Aşk, iki bilincin
tek potada birleşirken tekli özgürlük alanına da saygı duyma çabasıdır. Aşk bir çıkıştır, bir tutumdur ve çıplak
olmayı gerektirir. Aşk, zirvedeki güzellik duygusu, yüce ve eşsiz olandır. Aşk,
duygu yoğunluğunun, dokunma ve düşünüşle sarmallaştığı ve insanın kendini ele
verdiği noktadır… Aşk daha da insan olmak için gereklidir. Her ne kadar aşksız
ve şiirsiz bir toplum oluşturma çabaları olsa da, aşkın ve şiirin gücü bu
çabaları yenilgiye uğratacaktır. Aşkı şiir, şiiri de yaşam olarak görüyorum.
Toplumun
saçma sapan şeylere prim vermesinden kaynaklanır mı sorduğum soru, örneğin
toplum şiire nereden bakar, nerede toplumun gözünde şiir?
Görsel
kültürün etkisiyle işin kolayına kaçılıp az okunsa da, bir süre sonra suların
durulacağını, şiirin toplum hayatına daha çok gireceğini düşünüyorum. Belki de
ben böyle düşünmek istiyorum, kim bilir!.. George Thompson: “Neden şairler
olmayacak şeyleri özler? Çünkü şiirin, büyüden aldığı başlıca görev budur da ondan.”
der. Katılmamak mümkün mü?
Görmek,
görülmenin de eşanlamlısıdır” der Fazıl Hüsnü Dağlarca. Hayatın kesitlerini
görürken, onların da beni izledikleri izlenimi doğar bende. Bu nedenle başka
gözlerle görmenin yollarını ararım, şiirlerimi yazarken. Yalnız benim gözüm
yoktur, onlarca bakış vardır yazdıklarımda. Örneğin, mülteci kamplarını,
hücreleri, savaşları… görmedim ben, çevremdeki gözler gördü; okuduğum kitaplar,
izlediğim filmler…
Peki,
tekrar sorayım, sizin Şiirinizin Coğrafyası nerede? Uzam ve zaman,
-Tractatus’da ne denli, üzerine düşünülemeyen şey hakkında susmalı dese de
Wittgensteın, ideal olanın peşindedir- nasıl oluşur, konuşan bir Coğrafya’mı,
yalnızca üzerinde konuşulan bir Coğrafya’mı?
Bilinen
şey olmasına rağmen burada tekrarlamakta fayda olabilir: Çukurova, Seyhan,
Ceyhan ve Berdan ırmaklarının denizi doldurarak oluşturdukları ağız ovası diye
tanımlanır ve ülkemizin en büyük ağız ovasıdır. Bir yanı Amanoslar, bir yanı
Toroslar’la çevrilidir. Amanoslar Ortadoğu’nun sıcağından, Toroslar İç Anadolu
soğuğundan korur. Sanki bir sera konumunda olup, verimli topraklarında türlü
çeşitlilikte meyve, sebze yetiştirilir, yetiştirilebilir… Çukurova, tarih
boyunca çeşitli uygarlıkların önemli bir bölgesi, beşiği konumunda olmuştur…
Ülkemizde sanayileşmenin boy gösterdiği belli başlı bölgelerden biri olan
Çukurova, sanayileşmeyle birlikte sanatın da yoğunluk kazandığı yerlerden
biridir. 18. yüzyılın son çeyreğinde feodalizmin yavaş yavaş yerini kapitalizme
bırakmasıyla birlikte, kapitalistleşme süreci boyunca sömürü çarkı hızlanmış;
bu süreç de Çukurova’yı alabildiğine önemli kılmıştır. Bir yandan tarımsal
üretimin pazar için üretime dönüşmesi, öte yandan el zanaatına dayalı küçük
tezgâhların hızla seri üretime geçerek fabrikalara dönüşmesi Çukurova’yı,
toplumsal değişimin kucağına bırakmıştır. Bu süreç içinde sanayileşmeyle
birlikte çevreden, özellikle Doğu ve Güneydoğu’dan çok büyük göçler almış;
gelenler kendi kültürleriyle Çukurova kültürüne katkı koymuşlardır. Çukurova
her alanda ana konumda olmuştur. Bunda ılıman iklimin ve “ bereketli
toprakların” payı büyüktür. Söz konusu bu durumdan edebiyatımız da büyük ölçüde
payını almış olup Türkiye’nin en önemli şair, yazar ve sanatçılarını
yetiştirmiş, yetiştirmektedir. İşte böyle bir coğrafya’da bulunmak, bu
coğrafyanın kültürüyle büyümek yazma eylemime büyük katkı sağladı.
Bu
coğrafyada yaşayan biri olarak, burada yaşananlara kayıtsız kalmam mümkün
müydü?... Edip Cansever’in tam burada söylemem gereken güzel bir dizesi var:
‘İnsan yaşadığı yere benzer’ der. Şairimin de söylediği gibi, gerek kendi
yaşadıklarım, gerekse ötekinin yaşadıkları belirledi şiirimi. Kendimi paçavra
edilen, yerlerde paspas yapılmaya çalışılan insanların arzuhalcisi gibi görerek
oluşturdum dizelerimi ve ben de onlardan biri olduğum için, o duyarlılığı
yakalamam çok zor olmadı ve şiirin küpüne bir damla da olsa katmamı sağladı
sanıyorum.
Şöyle demek olası, hala perspektifin
doğru görülmesi var yani şiirinizde, hiç mi akronik değil, hiç mi tarihin
yanılgısı yok, Ece Ayhan’ın deyişiyle Karaşın Tarih nerede?
Olmaz
olur mu? Elbette tarihin yanılgısı vardır… Bir şiirimde: yazar zan altındaki
tarihi nasıl yazar, demiştim. Fakat daha önceki bir sorunuza verdiğim yanıtta
da belirttiğim gibi, umut, umutsuzluğun panzehiridir. Bence şair, umutsuz
ortamı göstererek, umuda ulaşmanın mümkün olduğunu ve çıkış noktalarını topluma
hissettirmesi gerekir. Unutmayalım ki, tarihi ters çevirmek; insandan yana,
güzelden yana bir hayatı kurma girişimi de şiire dâhildir.
Peki tamam da şiir neden okunmuyor,
şiirin okunmama nedeni, şairlerimizin akronizme fazla kapılmaları değil mi?
Zamanın tersten okunması, masumiyetin, daha doğrusu olanın kırılması birlikte
olmanın kabusa dönüşmesi…
Şiir
masumiyettir; masumiyet öldürüldükçe cellâtlar iktidar olacaktır. Egemen güç
şiirin düşmanıdır ve onun şiirsiz, resimsiz, kitapsız bir toplum oluşturma
çabası vardır. Bu nedenle insanı insana kırdırırlar; barışı, eşitliği,
dostluğu, kardeşliği işleyen şiirleri istemezler. İnsanın insana kulluk
etmesine karşı koyan şiirleri, kitapları engellemeye, yayımlamamaya çalışırlar.
Fakat çoğunluğun bir arzusu, beklentisi var ve buna engel olamamaktalar.
Hep toplumdan bahsettik, bireyden
bahsettik, Coğrafya’da yer aldı, Coğrafya’dan hareketle Doğa nerede bu
şiirlerde, neresinde. Kelebekler örneğin, bir Yaşlı Kelebek var şiirlerinizde,
kelebekler var kitaplarınızda. Peki, nedir kitabınıza bile adını veren bu Yaşlı
Kelebek? ondan bahsedelim. İnsanlar kelebeğin uzun ömrü olmadığını bilir de,
siz açıklayın, ben bu sorularla, doğru ve anlamlı bir şiir gördüm.
Neresindeyim, bu soruların?
Bilinen
şeydir ama kelebekleri önce kısaca tanıyalım: Kelebekler en kısa ömürlü
varlıklardır. Bu kısa ömürlerine çok şey sığdırırlar ve komün bir yaşamları
vardır. Kelebekler en güzel kokuları salgılarlar. Gezdiği tüm çiçeklerin
kokularını yaydıkları gibi, kendine özgü çok güzel kokuları da bedenlerdeki
pullarda taşırlar. Kendilerini koruma yöntemlerini de geliştirmişlerdir:
Bedenlerinde en tehlikeli zehirleri bulundururlar. Fakat bu zehirleri sadece savunma
amaçlı kullanırlar. Çiçeklerin döllenme aracıdırlar ve onlara hiçbir zarar
vermezler. Çok kararlıdırlar; kimi
kelebeklerin Atlas Okyanusu’nu kat ettiği bile söylenir. Kelebekler yeryüzünün
en güzel “uçan çiçekleridir.” Dünyanın en yetenekli ressamlarıdır onlar.
Bulundukları ortamı kanatlarına eksiksiz resmetmişlerdir… Görünürde iki gözleri
olsa da gözlerindeki petek gözler sayesinde her gözünde on bin göz vardır.
Düşünebiliyor musunuz, tam yirmi bin gözle bakıyorlar yeryüzüne. Hangi canlıda
var bu özellik?... İlhan Berk bir şiirinde; “Ah gökyüzü olaydım sana binlerce
gözle bakaydım” diyor. Üstat daha çok derin bakma adına gökyüzü olmak istiyor.
Ben de, mümkün olsaydı dünyaya tekrar kelebek olarak gelmeyi çok isterdim;
çünkü onlar şairlere çok benziyorlar.
Son soru: Şiir okurunun azalmasının
nedenleri nedir, şairlerde mi bir “bungunluk” var, ben elimden geldiğince
gençleri takip ediyorum, aralarında ileride iyi işler yapanlarda mutlaka
çıkacaktır, ancak Türkçe’yi yeterince önemsemeyen medya iletişim araçları mı
acaba şiiri yeterince önemsemiyor, onlar önemserse sanki daha güzel bir Türkçe,
daha iyi şiirlerde çıkacak gibi, bu arada okullara bile İkinci Yeni Şairleri
yeni yeni giriyor, eğitim de de sıkıntı var galiba?…
Daha
önceki bir sorunuza verdiğim yanıtta bu konuyu açıklamıştım. Fakat biraz daha
anlatayım, çünkü günümüzde önemli ve yakıcı bir konudur bu: Dört yanını
çevreleyen acı varken, naif şeyler düşünme insanımızın neyine? Onun ince
şeylere ilgisizliği, gördüğü tek çıkar yoldur. Bu sakat yolu seçerek güya bir
savunma geliştirmiştir kendine. Yaşam alanını daraltmakta, daraldıkça da
insanlığından bir parça daha kopmaktadır. Aslında tehlikeli bir yol
izlemektedir ama onu tümden suçlamak haksızlık olur. Dünyamızı kuşatan
kapitalizmin kıskacında, insanımız kanatları kırık birer kuş gibilerse, başta
bizlerin; aydınlar, sanatçılar, düşünce insanlarının kusuru da vardır bu
durumdan.
Evet,
çarpık bir eğitim sistemi zaten var ve sistemin bozukluğu eğitmede yansıyor
doğal olarak. Böyle ortamda eğitilen öğrenci de dönüp kendi öğrencisine bir şey
veremiyor maalesef. Kişisel çaba gösteren bazı eğitimciler de ya yeterli
gelmiyor ya da diğerlerinin içinde aykırı göründüğünden yönetim tarafından
dışlanıyor.
Tüm
bu olumsuzluklara karşın, yine de iyimser düşünüyorum ben. İnsanlık bir gün
uyanacak ve yaşamını daha çok inceltmeye, güzelleştirmeye yönelecektir.
Özgürlük ve esenliğin olduğu, yarın endişesinin olmadığı, insanın insanı
köleleştirmediği günlere ulaşacak; şiir de böylece kendi yalnızlığından
kurtulacaktır, diye umut ediyorum. En azından benim gönlüm böyle arzuluyor.
Bir
çok şairimiz şiirin, Felsefe, Sanat Tarihi daha doğrusu, Sosyal Bilimler’le
ilişkisini düşünürler, bu bağlamda, şiirde Sosyal Bilimler ne denli vardır,
hala tartışılır. Şiire doğrudan yalın dilin girmesi Felsefi düşünceyi kapsasa
da, şiirin günümüzdeki alanına katkısını zorlasa da, şiir bu alanları dışına
pek çıkamaz aslında, hatta, zaman zaman Fen Bilimleri’nin alanlarını da zorlar
şiir… Burada sorulan sorular, herhangi bir pozitif bilimin alanını zorlamadan,
disiplinler arası ilişkinin olması gerektiği kadardı. Güzel bir dünya için
katkılarınızın devamını diliyorum ve söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
Papirüs Edebiyat Dergisi'nde yayınlandı.
Söyleşi: Kemal Tekin
Fotoğraf: Ali Naci Taşçı