Ölümü
düşünmek, çürümeyi hayal etmek, intihar fikri elbette iyi bir fikir olarak
karşımıza çıkmaz. Sonuçta ideal olan şey beynimizin
ve bedenimizin hep sağlıklı ve iyi kalmasıdır. İşte, yaşantımızın klinik bir
durumdan ibaret olduğuna dair kanıtlar sunar bu belirsizlik, hatta ötenazi
hakkının bile belirsizlikle gerçekleştiği bu fikir, olsa olsa
sınırların kesinliği içerisinde yer alır. Belirsizlik insana göre midir? Auranın
belirsizliği, insanın kefareti hakkında konuşabilir miyiz? İnancın olmadığını
varsayarsak ne hakkında bir ilke oluşturmamız gerekir. Bundan kaç yüz yıl önce
Tasso, “Zorunluluğun doğurduğu her şey üzücüdür” diyecektir. Ancak, Bildiğimiz gibi
zorunluluğa verilen modem ad, “iktisat”tır. Parlamenter rejimlerimizin,
üzerinde zorunlu görünen her şeyi peşinen onaylamaya mahkum edilmiş bir
öznellik ve bir kamuoyu örgütledikleri temel iktisadi nesnelliktir.
İktisadın tek başına
totaliter ve oligarşik dizgeleri meydana getirdiğine dair pek çok kanıt var
tarih defterinde. Vakanüvislerin –kraliyet tarihçileri varsayalım-, oluşturduğu
bir sarışın
tarihin yetersiz olduğu yerde zorunluluklar hep peşimizde. Kimi
sosyologlara ve sanat tarihçilerine göreyse, iktisada eklenen bir şeydir
kültür. Buna katılmamak mümkün mü? Örneğin yığınla
akımın oluşması hep iktisadi tecrübelerle kendine yer edinir. Birinci Dünya
Savaşından sonra ortaya çıkan Üst Gerçekçilik –Sürrealizm- gibi. Ancak bir
şeye sadık kalmak için ne yapmak gerekir. Karşındakinin kendiliğinden
oluşan bir dünyası var mıdır? İşte sorunsal budur. Genelde anlaşılmayan budur.
Akımların kopuşunda yer alan “a” kişisi, başka bir gruba katılmak için, kendini
madun olarak bile gösterebilir. Kandırılmak mı dediniz, bu genelde bilinçli bir
seçim gibidir. Herkes kendine, iş politik olunca çıkarına benzeyeni mi
tercih eder? Ah bir kere bile değişmemek vardı! Artık kalemin varlığı bile
kendini hissettirmez.
Ve fakat iktisadi ve
toplumsal etmenler hiçbir zaman bunlara izin vermez.
Yazının başında değindiğim gibi çürümenin iktisadi etkisi en modern toplumlarda
daha çok gözlemlenir. Bir soru, İngiliz Aristokratlar neden zaman kavramı
kullanmaz! Veya biraz da ben eskiteyim bu söylemi, aşk acısı, filozof ya da
deli yapar mı? Günümüzde nadir filozof çıkmasının nedenini toplumunun ahlaki
zayıflığını nerede aramalıyız sorusuna bir yanıt bulduk mu? Kanımca, kendi çevrenimizi
dikkate alırsak, gerçekten Cennet’ten kovulmak ve zincirin bir halkası olmak,
İslam toplumlarının en büyük sorunsallarından. Buna biat adı da verilebilir.
Gerçekten toplum iltimasın peşinde olmayıp,
hakikat arayışı içerisinde olsaydı bu durumda olmazlardı. Aslında zincirin
halkası bile değiller. “Kendinin bilmediğin parçasından
vazgeçme!” biraz daha zorunluluktan kaçınma hevesine
bürünmek ne denli mümkün, tarih tek başına yeterli mi? Yoksa, bu çabanın sonucu
olsa olsa genelde çile midir? Yoksa
düşünen bir hayvan olarak, personanın dışından mı
bakacağız yaşamaya. Sonuna kadar savaş çığırtkanlığı yapmanın katlanılmaz
savaşımı. Sonuçta varılan, kökten öte midir? İşte
iktisat ile insan olma arasındaki belirsizlik! Daha üzerinde çokça yazılabilir.
Işığım kimde biliyorum, ama o nerede!