Nietzsche’ye
göre belki de, Nihilizmin ilk kuralı, vatan, millet, devlet sevgisinden önce,
kişiye saygıdır. Hayır bu alfa ile omega olan için gerekli bir kural değil,
onun hiçi başka, yalnız onda var olan için. Öyle ya, İsa böyle demiştir, hep
dingin olanı bile sinirlendirenler, ona tacın bu diye dikenli ağacı mı sundu? O
incecik tamburun sesinden gelen için, gam/zede olan içinde bu böyle. Hiç
birzaman gülün neşesine denk gelmemek ne acı. Kara bungunluk İsa’dan kalmadı
mı?
Cümlelerim
buraya dek karmaşık gelebilir. Tarih, sosyoloji, felsefeden dip notlar bile
aktarmadım oysa. Nihilistlerin devletten uzak oluşu, İsa’nın başlangıç ve son
benim – alfa, omega– demesi ve al sana kraliyet tacı deyip başına tacı geçirmeleri,
ve son bir hatırlatma daha; Romalı olmak suç değildi belki İsa’ya göre, asıl
suç kavminin geleneksel yapısıydı, Roma Valisi İsa’yı bağışlayacaktı, ama kendi
kavmi onun, İsa’nın yerine azılı bir hırsızın bağışlanmasını tercih etmedi mi?
Şimdi buraya
kadar iki tuhaf şeyden bahsettim. Biri “hiççiler”in devlete karşı tutumu,
tamamen acımasız bir hukuk dizgesine, aşırı hayata müdahale eden kavimsiz bir
oluşa karşı çıkan devlet, diğeriyse kavmin – cemaatlerin- sözünün geçtiği bir devlet. Aslında ikisi de
birbirine çok yakın sistemler. Yalnız Nihilizmin bulunduğu dizgeler, geleneksel
tarım toplumundan uzaklaşmış olabilir. Kalıcı devlet sistemi rahip kralların
sisteminden beri pek de değişmemiştir. En tepede kuralları koyanlar, aşağılara
doğru, kölelik, ya da modern kölelik ve böylece köhnemiş her şeyin tiksinti
verici edimi ve en aklı başında olanların inanmaktan vazgeçtiği sistem.
Asıl korkunç
olanı, gülün solduğunu görmek ve ondan Nihilizmin en korkuncuna ulaşmak. Bu da ne
toprak ne kavim ne de devlet tanır. Hitler’in resimdeki beceriksizliği, olmak
istediğinin çok ötesine düşmesi geldi aklıma, onun gülü neydi? Hiç kimseye
varamayan İsa, nasıl da en gerçeği kabul etti. Siz dedi kavmine, gülü
soldurmadınız mı? En hatalı soruyu sordu, o güne dek kimse gülü düşünmedi,
içindeki, aklındaki bahçe önemli değildi. Önemli olan midelerini nasıl
dolduracaklarıyla ilintiliydi. Unutmamalı gül nazikliğinden dolayı özen istemez
mi?
Gene gecenin
geçmediğini hatırladı uslanmaz akıl, gülün solduğu akşamı, onsuz bahçenin akılda
ki yerini. Başkalarıyla oluşan şeyse, kendi bahçesine sahip çıktı, bahçesi daha
da büyüdü. Artık yürümenin ona varmanın ne de ulaşılmaz olduğunu gördü bir tek
gülünü kaybeden. Aradığın bahçe yokmuş, ne kavim ne de devlet. Kaç gülün solduğunu
gördü.
Degüldüm men sana mail, sen itdün aklımı zail der Fuzuli. Günümüz Türkçesine gerek
yok sanırım, anlaşılıyor. Ateşin rengini bilen Fuzuli, geceleri bağır çağır
sokaklarda gezerken, onun bu halini normal karşılamış cemaat. Ne amansız bir
tecrübe. Düşlerin bittiği bir yerde kıpkırmızı olmak. Buna herkes sahip
çıkamaz, dehaya sahip bir toplum olmak gerekti her hal o devirde. Yoksa adı da
Fuzuli olmazdı. Onu gençken deli derdim. Küfürlerde gezen bir deli, oysa onu
kendi toplumu anladı mı? Şimdi buradan onun bağrış çağrışını alan da çıkar
şüphesiz, ama kanunu – çalgı olan- bulan da odur, unutmamak gerek.
Bir başka toplumsa
kaç gündür Abd’de bir adamın gırtlağının üzerine çökerek öldüren bir müsvedde,
müptezellerin hiçinden, bir kaygısızlık hiçinden, bir de gül soldu
görmüyorsunuz diyen bir hiçten bahsediyoruz. En kolay olanı başkasının, kavmin
kahramanı olmak değil, onun, o gülün hiçiyim demek değil mi? Tanrı’ya yalvarmak
suç mu? Sen diye!