Bilinç ne denli önemli. Gece!

Peyami Safa ve Sol




Milli Edebiyat dönemi yazarlarının ortak biçemi, ellili yıllara dek devam ediyor, ondan sonra oluşan yazın dilindeyse ulusalcı kurtuluşun, millet olmanın izlerini taşıyan romanlarla karşılaşılabilir elbette ama, gerçekten milli, ulusal bir kurtuluştan artık roman bağlamında bahsetmek mümkün değil.
Nihal Atsız kitapları ideoloji bağlamında neyse Kemal Tahir kitapları da bana öyle gelmiştir. Bu konuda tespitimin doğru olabileceğini, Yalçın Küçük’ünde benzer bir tespitte bulunması, adeta imdadıma yetişti. Peyami Safa ile Kemal Tahir’i karşılaştırmış Küçük, Peyami Safa’yı biz alalım, Kemal Tahir’i onlara verelim demiş, Dünya görüşünü kast ederek biraz da.
Peyami Safa benim tez konumdu: onun yaşantısını didik didik ettim ve romanlarını da. Oldukça dikkatimi çeken bir üslup sahibiydi. Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi, el birliği, dil birliği yapmış gibiydiler, hep olağanüstü tespitler ve ülkenin kurtuluşunu gayet net anlamış, harika bir sezgi ve us. Zamanın ruhunu böylesine yakalayan başka bir dönem edebiyatı, yazını da mümkün değildir zaten sonraki yıllarda.
Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Necip Fazıl da aynı döneme yakın olmalarına karşın dünyamda nedense bir kurgu gibi kaldılar. İstedikleri şey net değil, net olsalar bile bir erkincilik oyunu gibi. Kime, hangi millete faydası belirsiz bir erkincilik.
Yetmişli yıllardaysa artık bu ara dönem bitmiş, kutuplar kesinleşmiş, bir Oğuz Atay, ellili yıllarda kendini hissettirse de belki Bilge Karasu, İkinci Yeni artık kesin çizgilerini, dünya görüşlerini tabanı da görerek, fakat kendi dünyalarında, kendilerine has çevrelerinde oluştular. Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç’ta başka bir zemini iyice anladılar ve bu onların dünyasını belki de iki binli yıllarda siyasi erke, ülke yönetimine taşıdı, şakirtlerini. Fakat unutmamalı ki Büyük Doğu’nun bunda etkisi çoktur. Bunu da unutmamak gerek.
Nazım Hikmet’inse seveni çok biliyorum. Necip Fazıl’ında. Fakat ilk gençlik yıllarında çok okusam da bugün her ikisi de bana güçlü bir anı bıraktılar o kadar. Dünya görüşümü de şekillendirmediler. Zayıf kaldığım yetmişli yıllar romanındaysa uçlarını gördüğüm Vedat Türkali’nin ızdıraplı bungunluğu, kırklı yıllardan günümüze kopuşun bir fırtınasıdır adeta. Bir Gün Tek Başına romanı…
Mehmet Eroğlu’ysa bu çırpınıştan bir kesimin kurtulamayacağının son temsilcisidir belki. “Sol” ideolojinin belirsiz dünyasının tanımı bu romanlarda görülebilir Vedat Türkali de hissedilen artık şekil almıştır. Atilla İlhan bunların farkındadır, fakat iyi bir şair mi, yazar mı, kanımca tespiti varsıl zayıf bir yazar belki, konu bağlamında İlhan.
Bense hâlâ oluşan devasa edebiyatımızda, belki de eprimiş bir “tezli roman” olmadan da ülkece kurtuluşun izlerini arıyorum, aynen Milli Edebiyat döneminde olduğu gibi. Osmanlı’da olduğu gibi, Cumhuriyet mimarisinin devasılığını. Fakat artık normal bile normal değil, tam modern sonrası denen saçmalıktan kurtulmuşken, normalin şaşırdığı post modern zırvalığa yeniden kucak açtık. Yeni Normal gerilemedir, kültürel ve toplumsal bağlamda, yaşantı için.
Amacım kısacık bir yazıda romanlardan neler öğrenirize dek gelmekti. Osmanlı ve Cumhuriyet’in son temsilcisi Yahya Kemal Beyatlı’dan “durum şiirleri”ne vardık. Yerleşik olmak gerçekten çok zordur. Bir ulusun edebiyatı bunu anlatır. Bireyin ekonomisi tarıma dayalıdır, hayvancılığa dayalıdır en temelde. Birey olabilirse. Osmanlı bir tarım toplumu olsa da devasa kültürü çer çöp müdür, birey nedir? Son günlerde o tuhaf “yeni normal” kavramı pek bir şeyi değiştirmez. Zaten normal pek yok! Bir şeyin normal olması için, toplamdan çıkan “hars”ın yetkin olması gerekir. Ziya Gökalp’dan beri “hars” ne kadar değişti. Milli olan ne, Vatan, Millet, Sakarya dışında.