Bilinç ne denli önemli. Gece!

Kitab-ül Hiyel’den Yola Çıkarak

Bundan seneler önce Selçuk Şan diye bir felsefe öğretmenimiz vardı. Hayatımda gördüğüm en bilgili, en tuhaf – iyi anlamda – adamdı. Vefat etmiş Allah rahmet eylesin. Bu hoca, üniversite de Mor Köpük diye bir dergi çıkarmış, başarılı olan öğrencilerine bu dergiden hediye ederdi. Geçmiş bir gün, nerede başarılı olduğumu hatırlamıyorum, hediye etmişti bu dergiden iki tanesini.
Bu dergi büyük olasılıkla seksenlerde oldukça itibar görmüştür diye tahmin ediyorum. Onca taşınmalarda bu dergileri de kaybettim. Orada bir Nuh Tufanı hikayesini okumuştum ki, hayatım boyunca öyle bir hikaye okumadım bir daha. Hikaye yıllar sonra adını ilkin Puslu Kıtalar Atlası’nda duyduğumuz, herkese mal olan bilge yazar İhsan Oktay Anar’a aitti. Ben Türkçenin özleştirilmesinden yanaydım, ama Osmanlı Türkçesine de bayılırım. Bu da soyumla ilgili, rahmetli dedem Osmanlı’ya ait getirdiği o yahu, bre gafil gibi ünlemleri kullanır, o babacan dil çok hoşuma giderdi. Kütüphanesinde, küçücük kütüphane de Ebced hesabı kitabı ve bir kaç Osmanlıca kitap vardı. Bense Osmanlıca öğrenme meraklısı olmadım ama Osmanlı’yı da bir kültür olarak gördüm sonra okul yıllarında da, hatta yayımlanmış ilk hikayemde, bolca Osmanlı Türkçesi yer alır. Dileyen blog da var o hikaye… Bir daha gelemeyecek devasa bin yıllık bir kültür.
Osmanlı olmak, Arap’ın, Rum’un, Türk’ün bir olmasıydı gözümde. Devasa kubbe altına girmesi. Ama bu duvarları kaybettik. O bir tarım kültürü, bizse artık çok farklı yerdeyiz. Bunu yer yer İngilizlerin, Amerikalıların yaptığını görüyoruz. Ama insan referansları değil. Bir referans kültür olmak, çok zor. Zalimlik devletlerin özelliği mi? Ama onların başarısı da daim değil.
Anar’ın bir kitabı kalacak okumadığım, elimdeki kitabını tamamlarsam. Benim şansım, kitabı okurken, bir Osmanlı kasabasının izlerini taşıyor belleğim, buna uyarlıyorum kendimi, örneğin kabaca, Mamure kalesi, İstanbul surlarının küçük bir parçası. Veya bir mezarlıktan bahsediyorsa, üç yüz yıllık bir köprüden geçerek varabiliyorum yaşadığım bir yere. Bir Kaymakamlık binası veya Rum evinden bahsedersen burnumun dibinde görebiliyorum bunları.
Anar kitaplarında adı geçen yerlerin dışında başka bir şey daha var. Örneğin, Kitab-ül Hiyel kitabında, makinelerle ilgilenen kişilere hiyelkâr dendiğine ve “hileyci/hileci”nin kelime kökenine varıyoruz. Sahtekâr olan tüm hileycilerin özelliğine yılların birikimiyle tanık oluyoruz. Batı medeniyeti her şeyi akılla tespit ettiği için, onların hayret mertebesine ulaşmasının mümkün olmadığı için, önünde sonunda Galile mahkum olacaktı diyor mesela. Böylece insanın eşyanın tabiatında ayrıldığını, gönül gözünün önemli olduğuna işaret ediyor belki de Anar.
Senelerce Puksa’nın Nuh’un gemisine girip, cin neslini de dünyaya yaymasına tanık oldum ben Anar’ın hikayesinde. Keşke elinde bu hikayelerden daha fazla olsa, öyle olmasını beklerim. Borges’den kat be kat önemli bir yazar bence. Bize ait şeyin gizemli dilinde gezdiği için. Örneğin, Alaaddin Camii önünden geçerken acaba buralarda derviş tekkesi nerede, bizim ‘Suskunlar’, şuradan mı geçer diye aklıma geliyor.
Ben bu fikirlerle gezerken Anar’ın dilini dikkatle kurmasını da atlamamak gerek. Kitab-ül Hiyel’i örnek verdim. Ondan devam edeyim. Kurgunun ne kadar dağılabileceğine çok kitapta tanığım. Dünyada başlayan hikayenin, ahirette bitmesi bana hep tuhaf gelir. Bir yazar bunu yapmamalı. Ama kitabın başında düşle gerçek arasında gezdiğini hissettirse, kitabı garipsemem. Bu da ustalıklı bir kurgu gerektirir. Bu düşünce yapısını görüyoruz Anar’ın kitaplarında. Serçe parmağımla, baş parmağım arasında unutulan bir yer yok işin anlaşılır tarifiyle.
İşte buradan, orada olana varır kimi okunası kitaplar, bu da hâyal dünyasının tek başına yeterli olmamasıyla mümkün. Kendini bilmek yetmiyor, bu iş için, tarihi, bugünü, vardığın bütünün ne olduğunu da bilmek lazım. Anar bu usta yazarlardan.