Heidegger’in dağ başındaki kulübesi hep dikkatimi
çekmiştir. Aslında kulübeden ziyade onun bu evdeki masası ve yapayalnız çevresi
dikkatimi çekmiştir. Dört odalı bir ev. Yani pek de küçümen dağ başında tek
başına kalabilecek bir yerden bahsetmiyorum. Burada benim dikkatimi çeken şey modern zamanlarda yazarların,
şairlerin yığınla kitapla fotoğraf çektirmeleri ama Heidegger’in neredeyse maddi kültür nesnesi bile noksan bir masa başında poz vermesi.
Sanat tarihinde bir tanım var, sanat tarihi “maddi
kültür eşyasının incelenmesidir” der
hocamız. Bu da bizi ister istemez hukukun alanına sokar, teolojiden,
dinin o kutsanmış alanından oldukça öteye düşeriz. Oysa biz biraz da sanat
tarihinde yazarları, şairleri, filozofları incelerken, onların bu müze olan
evlerinden de izler taşımasını önemseriz, çünkü bir kültür nesnesinden bahsetmek zorundayızdır. Tüfek Mikrop ve Çelik’teyse insanın nesne edinmesi tamamen kendini
korumakla ve yaşamındaki zorlukları geçmekle bağlantılıdır. Bu çelişkinin
dramatik etkilerinden bahsedebilir miyiz? Yani başkasının etkin olduğu bir
süreçte, küçümen bir kulübe ne kadar dünyevi
kutsallık için bir aracı olmuş ve Almanya’nın değişmesinde etkili olmuştur.
Galler Mimarlık Okulu Cardiff Üniversitesi diye bir
not düşülmüş gayet ciddi bir makale olduğu belli olan kulübe için Adam Sharr.
Kulübe hâlâ Heidegger’in ailesine ait diyor metinde. Makalenin adı da Heidegger Hut, yani Heidegger’in Kulübesi: Aileye aitmiş kulübe hâlâ, pek de giriş izni
verilmiyormuş. Dağın başında, aileye ait ve oldukça sade; sade ne kelime
düpedüz çıplak bir kulübe. Fazla erkeksi mi diye aklıma geliyor. Erkekler
için süs, karmaşa pek de haz edilen bir durum değil ya, biraz da kişinin
isteğiyle bağlantılı galiba bu süs, horror
vacaui etkisi. Yalnız burada olan
nesnenin bellekte, yalnız gerekli olana dönüşmesi belki de!
Martin Heidegger (1889–1976), Faşizmi açıktan
desteklemesiyle de biliniyor. Bu nedenle pek de sevilen bir filozof değil. Erdem Ceylan XXİ adlı internet sitesinde
yayımladığı makalede onun bu yaklaşımını Tanrısallığa yakınlığıyla ilintilidir
der, makalede şunu söyler, Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde Tanrının
Adem’e “yeryüzünde bir kaçak ve bir gezgin olacaksın” dediğini iyi bilen
düşünüre göre, dünyaya fırlatılarak “yer”inden edilmiş insanın temel varoluşu
dünyada -olma ve ölüme-doğru- olma halleri üstünde temellenir ki bu, düşüşün,
her iki durumun da farkında olan Dasein tarafından sürdürülmesi anlamına
gelir.
Aslında filozofun
buradaki duruşu da onun olduğu gibi biri olmasından kaynaklanmaktadır. Bu da
onun ari olanı aramasında bir suç
ögesi gibi karşısına çıkar. Bu apaçık suç unsuru da onun varsıl yokoluşuyla ilintilidir
şüphesiz. Her şeyden uzak durarak apaçık eril olanı anlama uğraşı.
Bu yalın duruş aslında
İngiliz şiirlerinde kendini daha çok belli ederken, biraz da Almanların doğaya
olan özlemiyle de belirleyici bir tavır geliştirir. Almanların orada olma fikri belki de Heidegger’le
yeniden canlanmış, bir varoluş tanıtı gibi karşımıza çıkmıştır. Yani olduğu
gibi düpedüz, başka unsuru barındırmadan oluşan, bir üretim nesnesi olmadan
kendini var etmek. Başkasının var ettiğini kendinden uzak tutmak, yalnız
kendine ait olanı bulabilmek.
Filozof nedense meşhur –popüler- olmanın her iki ucunda
da bulunmamıştır yaşantısı boyunca. Onu bu meşhura
götüren fikir kumkuması olmuştur Almanya’nın ve Dünya’nın kendine has
durumunda. Onca çokluğun içinde kendini tanımladığı yer nasıl da dönüp dolaşıp
koskoca bir ulusun yok oluşuna neden olmuştur, filozof bunları kabul etmese de!
Aslında ona dair söylenecek çok söz var, ama internete girince hepsi karşımıza
çıkıyor, bana bu tuhaf kulübe yazdırdı bu metni, o kadar!
Bazen kendimden ürküyorum, usumdaki bana ait masa da
bu denli çıplak ve kimsesiz! Ardından iyi ki bir kulübem yok diyorum kendi
kendime.